30 Mart 2015 Pazartesi

BAŞ TACISIN MARDİN


BAŞ TACISIN MARDİN

Asur, Urartu, Sümer, Akad, Selçuk havada tüten onca medeniyet. Şiir kelimelerle yazılır, burada taşlarla yazılmış. Tarih geçmiş değil şimdidir. Ve zamanı gözlerinle görürsün burada.
            Mardin de bilinen tarih MÖ 6000-6500’e dayanıyor. Anadolu farklı medeniyetlere beşiklik yapmış Mardin’de Süryaniler, Urartular, Babiller özgün uygarlıklarını kurmuş. Böylece burada kültür gökkuşağı oluşmuş. 5.yy’ da Dayrulzafaran Manastırı Süryani Patrik merkezliği yapmış. Mihrabıyla dillere destan Mardin Ulu Camii ise Artuklular’dan yadigâr. İpek yolu güzergâhında şehri huzur oluşmuş.
Ve Mardin…
Kalesinden bakınca, engin manzarası ile deniz gibi gözüküyor yemyeşil ovası. Bir huzur dokunuyor ruhuna. Nakışlı minareler, gökyüzünde asılı kalmış kent. Gökyüzünden yere ağş, basamak basamak güneşe yükselmiş, yıldızlarla buluşmuş
Mardin Kalesi gecenin ortasında ışıl ışıl gözüküyor ve Mezopotamya tacını takmış süzülüyor. Şehrin 1200 metre yüksekliğinde ki tacıyla hayran bırakıyor kendine. Gelin kız edasıyla güzel ve hassas. Gizemine ermiş, büyülü hayatın. Elini uzatıp dokunmak istiyorsun, resim gibi bu şehre. Telkari gibi işlenmiş evleri, birbiriyle örülmüş. Yolları zincir olmuş telkâriye. Her yer de bir Artuklu mührü. Her yanı safran rengi ikindi vakti. Lacivert akşamlarında. Her taşın tanıklığı var onca şanlı krallar boyun bükmüş burada. Timur, Kustus, İskender…
Kürtler, Türkler, Yezidiler, Ermeniler, Hristiyanlar, Araplar, Süryaniler…
Ezan, çan, hazan…
    Sadece insanlar; gönülleri bu şehrin güzelliğince, hepsi medeniyet hizasında saygıdeğer ve mütevazı. Hoşgörü belki de burada keşfedilmiş. Diller burada beraber konuşulmuş… Kimse kimsenin güneşini kesmez. Suyunu kirletmez. Dirlik, düzen ve gururun simgesi. Ölümle taziyede acı kahve ‘mırra’ büyük bir huşu ve saygıyla sunulur. Konukseverlik burada bir ibadet gibi. Çocuksu, özgür edada sohbet; barış ve dostluk.
Ve Allah’ın rahmetle baktığı Mezopotamya’nın Baş Tacı Mardin’in, hiçbir danteline kıyılmamalı. Kirli bir fikir dolaşmamalı sokaklarında. Huzurun üzerinde ki kara bulutu rüzgar alıp atmalı. Yüzlerce medeniyetin dostluğu ahretlik kalsın.  Kayalarına tünenmiş barış güvercinleri terk etmesin seni. Semalarında uçuşsun, fitnelikleri kovsun.
Barışlıkalmak üzere Mardin…                                                     


29.03.2015/Mardin
                                                                                                       

28 Eylül 2012 Cuma

Hep unuttum seni.
Hep erteledim.
Sen ki beni unutmayan.
Sen ki ben olmamışken beni ben yapıp dünyaya getiren.
Yokluğumda kimsenin hiç de eksik görmediğiyken sen var ettin de getirdin.Hani var olmasam insanlık pek de eksik kalmazdı ve yahut ben yokum diye kimse ağlayıp sızlamazdı.Çünkü yoktum ne gelmiş ne gitmiştim.Bir tek sen beni yoktan var etmek istedin.En vefalı sevgili sendin.
Sen hasrettin tek bana.Sen özlemiştin tek.
Yokun içinden beni çıkarttın.
Oysa ben senden  kendimi saklıyorum.
Zaten sana ait olanı senden kaçırıyorum ve de çalıyorum...
 

29 Ağustos 2012 Çarşamba

MELHAME-İ KÜBRA



Medresenin bahçesinde ki çeşmenin çevresinde birkaç delikanlı toplanmış, sohbet ediyorlardı.Hepsi düşünceliydi evlerinden duyduklarını anlatıyorlardı birbirlerine.Sanki 15 yaşında bıyıkları yeni yeni terlemiş bağrı açık çocuklar değil de, devletin yüksek makamında toplanan bir kurultaydılar.

Anadolu nun dört bir yanından her gün haber geliyordu.Yunan ordusu son darbeyi vurmak için hazırlanıyordu.Sevr-i kabul ettirmek için Ankara ya adım atmaktı niyetleri.Türk ordusu Kütahya-Eskişehir Muharebelerinde yenilgiye uğratılmış çok kan kaybetmişti.Ordunun derin yaraları ve ihtiyaçları oluşmuştu.Ahmet in ağabeyi bu muhabere de şehit düşmüş, Osman ın babası, Ziya nın dayısı…
-Yunanlılar bu sefer de kazanırsa, buraya gelirler mi acep, dedi Osman.
Sustular.Hepsi de bir an memlekette olanları düşündüler.Aralarında Ahmet zayıf,uzun boylu, kara yağız delikanlının gözleri parladı.Birden atıldı;
-Onlar gelmeden biz gideriz, dedi.

Hepsi de hazırdılar sanki gitmeye.Sıralarını bekliyorlardı.Henüz lise son sınıf talebeleriydiler Kayseri Rüştüyesin de.Öyle korkusuz öyle mert,yiğittiler ki gönülleri büyük memleketleri kadar temiz,kıymetli ve asildiler. Ve hepsi de bu memleket için yola düşmeye hazırdılar.Onlar doğdukların da kulaklarına okunmuştu bu toprakların destanı.
Meydanda ise Ankara dan gelen yazıyı okurken donup kalmıştı Kasım Efendi.Çevresin kalabalık.Kadınlar ihtiyarlar çocuklar.. Yüksek sesle okudu gelen haberi: “Yunanlılar Büyük Meydan Muhaberesi için hazırlanıyorlar, donanmamız zayıfladı er açığımız var, erzaklarımız azaldı.Her bölge erzak toparlasın.Ve.. yutkundu Kasım Efendi. Sesi kısıldı gözleri doldu.Ve harbe katılacak erlerimize ihtiyaç var.” Tüm toplananlar sustu buz gibi bir rüzgar esti.Çünkü bu kasabada savaşa yollanacak er kalmamıştı. Hepsi gitmiş orduya katılmıştı.Hatta kadınlardan dikiş bilen, merhem yapanlar bile..
Herkes erzakları hazırlamak bohça etmek için hazırdı tek çift yün çorabını bile çıkartıp verirlerdi… Ya asker bu yüce milletin ordusuna bir yumruk güç veremicekler miydi? O sırada Ahmet ve arkadaşları meydanda ki kalabalığı görüp yaklaştılar ve haberi onlarda aldı.Ahmet in kalbi birden yerinden çıkacak gibi atmaya başladı.Onun için müjdeli haber gelmişti ve muhakkak ki arkadaşları içinde.Kalabalığı yararak Kasım Efendi'nin yanına gitti.

-Bizi yollayacaksın değimli Paşam, dedi.

Kasım efendi bunu düşünmüştü aslında ama nasıl savaşır bu küçücük çocuklar bu meydan muhaberesinde daha gitmeden bu soğukta kışta donar giderler demişti.Ama Ahmet in gözleri öyle demiyordu ona, öyle parlıyordu ki, öyle cesurdu.O zayıf cılız çocuk gitmiş bir yiğit bir çevik gelmişti yerine.Ve arkadaşları belirdi arkasından, şimdiden bir tabur gibiydiler sanki hepsinin başı şan, kutsal ve yüce.Sanki evliya gibi gözüktüler birden gökten sanki bir nur inmiş üzerlerine.Kasım Efendinin gözlerinden yaşlar öyle akıyordu ki mutluk dan bu yaşlar.Evlatlarım! diye haykırdı ve sarılarak her birine ağladı.Kimse bir şey söylenmeden ne yapılacağını anlamıştı çünkü burada vatan için görev değil sıra vardı ve sırası gelen bu gençlerdi..
Ertesi gün için tüm halk hazırlıklara başladı.Kendileri küçük , yürekleri sevgileri büyük askerler hazırlandı ve vatana kınalandı, burada biliyordu herkes onlar vatana kurban adanmıştı…
Hüzün yok.Ağıt yok.Şikayet etmek karşı çıkmak hiç yok.Öylesi de hiç olmazdı bu toprakta zaten.Her baş bir kudretti.Müdafaa için hazır olmuş.Hiç mi tereddüt etmez o anne Yarab? Hiç mi acımaz içi nasılda kınalar evladını yollar savaşa .Hayır! Etmiyordu bir an bile gaflete düşmüyorlardı.Ağlamazlardı o analar.Ağlamak düşmanı sevindirirdi.Onlar bir an düşerse tereddüde, bir adım atarsa biliyorlardı o an düşman esas mağlup eder, ve iş de o an esas mağdur olurdu bu topraklar.
Kar hiç kesilmeden yağıyordu.Kışın en soğuk günleri belki don almış her bir yeri.Verdikleri nefesleri bulut oluyordu başlarında.Her yer bembeyazdı.Rüzgar estikçe sanki kulaklarına Ey Şanlı Asker! Diyerek selam veriyordu.Ayazdan o öpülesi eller şimdiden kızarmış ve yüzleri soluktu.Ama gözleri… gözleri öyle ışık saçıyor ki değil üşümek baktıkları yeri ısıtıyorlardı.Titremek mi? Katiyen titremiyorlardı.Dimdiktirler ve baştan aşağı fazilete bürünmüşlerdir. Bu kutsal yazmanın kıyısında göz nuru oyaydılar onlar.Bu savaşın tertemiz melekleri.
Vali konağının önünde toplanılmıştı.Hazır olan Ahmet ve arkadaşları tam 63 Kayseri Rüştiye Medresesinin öğrencileri ön safhada idi.Vali seslendi ;
-Şimdi kendi rızanızla ve kendi hür iradenizle Büyük Muhabere ye gitmeye razı mısınız? Razı olanlarınız bir adım ileri çıksın.
63 şerefli yiğit aynı anda tereddütsüz tüm itaati ile adımlarını vurdu yere hem e öyle bir vurdu ki şimdiden katmıştı önüne düşmanı.Onların bedenleri vardı orada şanlı ruhları arşa değmişti.
Şimdi gözlerde yaş vardı ama elemden değil, onurdan ve gururdandı.
-Evlatlarım, dedi vali.Yavrularım! Tüm emeklerimiz size helal olsun! İffetimiz namusumuz vatanımız sizlere emanet.Sizler muzaffer bir yolun yolcususunuz artık.Mevla’m yardımcınız olsun.
Ankara dan gelen teğmene teslim edilmişti kınalı yavrular.Ve arkasından yığınla halk eşlik ediyordu.Sanki düğün alayını uğurluyorlardı.Elleri öpülen analar dedeler arkalarından eşlik ederek son görevlerini yapıyordular.Ahmet son kez baktı anasının yaşlı gözlerine gülümsedi o ışıl ışıl gözleriyle.Ahmet in gözleri çocuktu yine de , çünkü o çocuktu.Anasının biricik kınalı kuzusuydu.Anasının üzerine titrediğiydi, canı ciğeriydi.Ahmet de anasını nasıl sever sayardı, her gün medreseden koşup da gelir her bir işine yetişirdi.Ahmet olmasa anası napardı.Hiç akıllarına gelmedi bunlar ne hacet bir duygu bu, ne mukaddes, şerefli safha.
Ve kalabalıktan önce kısık bir sesler duyuldu :

Ey şanlı ordu,ey şanlı asker!
Sonra hep bir ağızdan en gür sesleriyle:
Ey şanlı ordu,ey şanlı asker​
Haydi gazanfer, umman-ı safter
Bir elde kalkan, bir elde hançer
Serhadde doğru ey şanlı asker

Artık gözden uzaklaşmışlardı.Ama peşlerine takmışdı geri kalanlar bu marşlarını.Ve uzanıyordu arşa kadar bu sesler:


Allahü ekber, Allahü ekber
Ordumuz olsun daim muzaffer
...

Yolculukları bir hayli zor ve zahmetli olsada onlar bunu farketmemişlerdi.Orduya katılmadan kısa bir talim ve tertip döneminden geçmişlerdi.Verilen emirlere itaat ediyor ne denirse çarçabuk anlayıp her sözü kayıt ediyorlardı.

Taburda sıraya geçtiler.Ahmet in boyu uzun olduğu için sıranın başına geçti.Başkomudan askerlerin son nizam kontrolüne gelmişti.Ahmet bunu farkedince heyecanlandı birazdan başkomutanı görücekti bu onun çocuk yanının heyecanı er yanının gururuydu.

Endamı tıpkı bir yağız delikanlı gibi dimdik bir gölge belirdi. Çevik ve fevri bir hali vardı.Tabura doğru ilerlerdi.Omuzları dik.. Başı dik.. Bu şerefli orduya yakışacak başkomutan geldi.Öyle bir geldi ki sanki birden güneş doğmuşdu orada.Adımları yere bastıkça bu topraklar bizim diye bağırıyordu.Bir an Ahmet le göz göze geldiler ve o an gördü o gök mavisi gözlerini işde o zaman titredi vucudu.Geriye çekildi askere konuşmasını yaptı ve son olarak da üstüne basa basa yineledi;

“Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanıyla sulanmadıkça terk edilemez.bunu andınız bilin! “ Dedi ve tarihi yazdı.


Ve Sakarya Meydan Muhaberesi Mustafa Kemal Atatürk başkumandanında 23 Ağustos 1921 tarihinde 22 gün 22 gece olmak üzere devam etti.
O yıl Kayseri Rüştiyesi hiç mezun vermedi. Ve 1921 yılına ait mezuniyet kütüğünde : '' Lise son sınıf talebeleri Sakarya Muharebesi için cepheye gidip hepsi cephede şehit düştüğünden bu öğretim yılında okulumuz mezun verememiştir. '' diye yazılmıştı.

Ruhları şad olsun… Ahmetlerin… Mehmetlerin... Ruhları şad olsun. Vatan Sağolsun…

12 Ağustos 2012 Pazar

Dünyaya bir isim konulacaksa, 'Umut' konulmalıdır!
Gerçekten de öyle değil midir? Her gece batıp giden güneşi beklemezmi sabaha kadar? Baharı beklemez mi ,kışın ardından? Tomurcukları beklemez mi? Kurumuş soyunmuş ağaçlar varken.
Ve barışı istemez mi ? En büyük savaşlar yaşanırken...
Sizcede umut dünyasında yaşamıyormuyuz?



KAMERALARIN ÖNÜNDE


Yine güneş kararsızca doğmuştu.Çünkü bu şehire hüzünlü doğuyordu .Ne kadar parlak olursa olsun bu şehir aydınlanmıyordu.Mahzunda.Masumdu.Dilsizdi.Sanki dünyanın orta yerinde kaybolmuştu.Kimsesizdi.Herkezin gözü önünde ama kimsenin göremediği bir yaralı gibiydi.Kan kaybediyordu.Her saniye ölüyordu.Feryatları vardı bu şehirin.İnsanlar; kadınlar,yaşlılar,çocuklar yeni doğmuş bebekler hepsinin dili feryattı.Çaresizlik sarmış sokaklarını.Öyle acıları vardı ki sarılamaz,iyileşemez.
Gazzeydi burası.
Ölümün ceryan ettiği, acıların tüttüğü , yokluğun fakirliğin en çokta yok edilmeye maruz kalınmanın yaşandığı yer.Sadece kapalı kapılar ardında değil ulu orta her yerde vahşet vardı.Herkesin gözü önünde gizli saklı değil! Hatta kameralar vardı, her milletten insanlar şahit olmak için gelmişti.Ama kördü insanlık.İnsanlık sağırdı.Anlamıyordu.Hissedemiyordu.
Sen hissedebildin mi Cemalin korkusunu?
Cemal babasıyla birlikte annesi va kardeşlerinin yanına gidecekti.Alışmıştı silah seslerine,patlamalara,dillerini bilmediği insanların onun oynadığı sokaklarda gezip bağırmasına,iteleyip kakmasına.O yüzden garipsememişti.Ama hep korkuyordu.Nasıl korkmaz kı o 12 yaşında va yaşından çok daha fazla ceset görmüştü.Kaç yakını, kaç arkadaşı, kaç akrabası ölmüştü…

Babası seslendi : Cemal hadi gidiyoruz!
Çocuk yüreği bu gün daha ürkekti.Şehrin batısında sabah ezanında büyük bi patlama olmuştu, uykudan gürültüyle  uyanmıştı.Ama ne gürültüydü ;evlerinin camları sallanmıştı.Yatağında: Baba! diyerek bağırarak uyanmıştı.Hemen yanına fırlamış babası , başını okşamış yanına yatmış,sarılıp birlikte uyumuşlardı.
Cemal için babası kahramandı.Onunla kendini güvende hissediyordu.Onun var olması yanında olması bu savaşın ortasında sanki onu koruyordu.Onların sığınağıydı babası.Mermiler uçuyor, bombalar patlıyordu; her türlü işkence her türlü zülum vardı.Ama o koca koca tanklardan , o silahlı askerlerden daha kuvvetliydi babası,daha cesur...
Bu güvenle tuttu elini babasının.Yürümeye başladılar.Meydana girmeden daha sakin olan ara sokaklardan bazende avluların içinden geçerek gidiyorlardı.Burda yollar böyleydi; kendi ülkelerinde kilometrelerce uzaklardan gelmiş İsrail askerlerinin gözlerine batmamak için saklanıyorlardı.
Havada barut kokusu var.Bu gün acaba hangi sebebi bahane ederek silaha tutmuşlardı tüm şehri? Neydi acaba bu günkü suçu bu insanların ? Belli ki olmadık bi sebeple yine ateş açılmıştı.Meydana çıkan sokaktan geçiceklerdi.Cemale eğilip babası:
- Ben sana haydi Cemal koş ! dersem elimden sıkıca tutup benim birlikte koşacaksın tamam mı?
- ‘Tamam baba koşacağım’ dedi.
Sokağın ucunda meydanda ki alan gözüküyordu.Orta yerde bi patlama olmuş.Bi kaç araç devrilmiş.Sıra halinde insanları ite kaka götürüyorlar.Diğer bir köşede biri yere kıvrılmış başında 3 asker ölesiye tekmeliyor,kanlar içinde kalmış suratı, sakalından tutup süründürüyorlardı.O sırada ateş sesleri yükseldi.Mermiler Cemalgilin olduğu alanada gelmeye başladı.Dahada çoğaldı bir anda.Askerler sürü gibi çoğalmış tereddüt etmeden mermileri savuruyordu.Sanki birer robot gibi hareket ediyorlardı.”Hedef al! Vur!” Sadece bunu yapıyorlardı. Cemalgilin olduğu tarafa önce  tesadüfen düşmüştü mermiler.Hedef değillerdi.Olmadık bir yerden şaşıp yaklaşmıştı.Cemal korktu.Kalbi hızlı hızlı atmaya başladı.Sıkıca tuttuğu eli terledi.Şimdi sadece eline değil korkudan babasının bacağınada yapışmıştı.Tam karşı kıyıda bi tümsek vardı.Babası oraya yöneldi.
- Cemal koş! Dedi.
Koşmamıştı sanki ,babası onu uçurmuştu.Hızlıca duvarın dibine attılar kendilerini.Siper ettiler önlerindeki kayalığı.Sindiler dibine.Küçüldüler.Babası  kendinide siper etti.Sakladı arkasına.Sıkıca tutuyordu bi taraftan.Cemal korkudan ağlıyordu.Mermiler yağıyordu üstlerine nasıl ağlamasın.Askerler bağırıyordu.Ateş ediyorlardı.Bu sefer hedef onlardı!
Babası haykırıyordu:
-Allahım! Yardım et! Yarabbim! Yardım et! Yetiş Ya Mummed! Yetişin! Çaresizdi.Oğlunu bir sırtına bir kucağına bir kolunun altına alıyordu. Hiç susmadan : Ya Rab Yetiş!
Cemal bağırıyordu, bağırmak değil haykırıyordu, tüm sesiyle çığlık çığlığa:
- Babaa! Babaaa! Babaa!
Çenesi titriyordu korkudan.Yapışmıştı babasının koluna.Ölümü hissetmişti.Çok ölü görmüştü , şimdi o da mı ölücekti? O anda en çok da babasının ölmesinden korkuyordu.Yapışmıştı babasına küçük kalbi yerinden çıkacak gibiydi.Minik gövdesi yetse babasına o siper olucaktı.Babaa! diye bağırıyordu.Babası öyle perişandı ki.Öyle çaresiz.Kısılıp kalmıştı bir duvarın dibinde.Kendini siper etmişti oğluna.Dua ediyordu dili hiç durmadan.Oğlunu kah sarıyor kah arkasına saklıyor.Perişan bi halde ne yapıcağını bilmiyor.O sadece oğluna bir şey olmasından korkuyor.Keşke onu alsalarda oğlunu salıverseler.Keşke elinden bir şey gelse.Karşısındaki onca askere onca mermiye keşke karşı koyabilse.Taşın dibine oğlu yamacında sinmişlerdi,bekliyorlardı çaresiz; bir nebze insafa gelirlerde üzerlerine tutulmuş namlunun ucunu çekerler diye.Yoksa ölüceklerdi.İkisininde kaçarı yoktu mermilerden.Bir anda olmuştu zaten herşey.


Babası daha sıkı sarmak için uzattı elini.Cemal birden uzanıverdi boylu boyunca.Kıvrılıp küçülen bacakları birden uzanıverdi .Başı kolunun altındaydı.Birden oğlunun bedeni serildi. .Döndü.Baktı.Karnı kan içinde hemen oluk gibi çıkmıştı.Yüzüne baktı.Ölmemişti Cemal.Hayır.Gözleri açıktı bakıyordu.Işıl ışıl bakıyordu.Ceylan gibi bakıyordu.Ürkek ürkek.Hala baba diyordu.Elini hemen yarasına attı.Tam o sırada Cemal birden sarsıldı.Ve boynundan incecik  süzüldü kanı.Baba diyemedi bu sefer demek istedi ama tamamlayamadı.Son kez baktı gözlerine.Vedalaşır gibi değildi ölümü müjdeler gibi.Kapandı gözleri.Hafiflemişti vucudu kuş gibiydi sanki kucağında. Hiç acı çekmemişti sanki , can çekişmemişti.Kucağında oğlu ; karnı kanlar içinde toprağa akıyor kanı, bir yandan boynundan vurulmuş  can vermişti.Bitaneceği Cemalı oracıkta ölmüştü çoktan.
Birden duvara çarpıldı adam.Sanki biri gelip hızlıca vurmuştu kafasına.Darbe almış gibi duvara çarpmıştı kafasına isabet eden mermi.Tek seferde isapet etmiş ve öldürmüştü tek bir kurşun onu.
İkiside ardarda can verdi.Baba oğul bir kayanın dibinde sarılmış yatıyor kanlar sarmış.Kafasından kan sızıyordu adamın, Cemal’in karnı kandan oluk olmuştu.Karıştı kanları.Aktı taşa.. Öyle ağır dram yaşandı ki .. Kimse hissetmedi görmedi.Ama gök bile dayanamıdı bu acıya.Gürledi hüngür hüngür ağlar gibi,yağmur aldı birden yazın ortasında şehri.Hızlı hızlı aktı baba ve oğulun üzerine…
  Sarmaş dolaşlardı.Cemalın bi eli hala babasını sarıyordu.Babası kucağına yatırmıştı oğlunu.Baba oğul o taşın kıyısında , duvarın dibinde birlikte can verdiler..Sanki can vermek değildi , anlaşıp susmuş gibiydiler.Tıpkı bu sabah sarılıp uyudukları gibi gözüküyorlardı..
Filistin de bir çocuk: Muhammed Cemal ed-Durre babasının kucağında , duvarın dibinde bile bile göre göre öldürülmüştü.Herkesin gözü önünde.Onca kameramanın canlı canlı film çeker gibi kayıt etmesiyle, yağmur gibi akan mermilerle…

9 Ağustos 2012 Perşembe

Herşey bambaşka olsun dilerdim...

Gökyüzüne çıkıp mutluluk serpmek isterdim yeryüzüne.Yağmur gibi yağmak isterdim.Islatmak sokakları, şehirleri, dünyayı.. Gerisinde bir leylak kokusu bırakmak... Huzurun sıcaklığıyla ısıtmak, aşkın hoşluğunu dokundurmak, sevincin heyecanıyla beslemek isterdim...

 İnsanın sadece insan olmasından öte bir etiket koymazdım kimsenin üzerine.Ayırt etmezdim güzeli çirkinden yahut zengini fakirden... Farklı olmalıydı bu sefer , farksız olması gerekirdi insanın insandan..